BEYİN Hakkındaki Son Bilgilerin Eğitime Yansımaları
1) KOMPLEKS
ADAPTİF DİNAMİK BİR SESTEM OLARAK BEYİN/ZİHİN
BİRLİKTELİĞİ ÖZET BİLGİGünümüzde nörobiyolojik bilimlerdeki gelişmeler ve beyinin içini görüntüleme tekniklerindeki ilerlemeler, beynin nasıl işlediği ve kendini nasıl düzenlediği konusundaki geleneksel anlayışları sorgulamayı gerekli kılmaktadır. Kompleks uyum sağlayıcı (adaptif ) dinamik bir sistem olan beynin işleyişi, makinenin prensiplerine göre değil, biyolojik prensiplere göre olmaktadır. Her ne kadar düşünme, akletme, öğrenme ve anlama, idrak etme arka planda ruhun fonksiyonu olsa da, bu ruhi fonksiyonların tezahürü, beynimizin işleyişi ile doğrudan bağlantılıdır. Beynin işleyişi ve öğrenme olayının son basamakta ortaya çıkışını (ekranda görünmesini) beyindeki nöral ağların yapısı ve düzeni belirler. Beyindeki nöral ağlar, kompleks ve dinamik bir uyum sağlama kapasitesinde olan yapılardır. Eğitimde bilgi beceri tutum ve davranış değişiklikleri oluşturacaksak, öncelikle ruhi fonksiyonların tezahür yeri olan beynin/zihnin işleyişini kurallarını ve biyolojik temellerini anlamak zorundayız. Bir başka açıdan insan canlı bir varlık olduğundan, ve ruhi fonksiyonları biyolojik yapısı üzerinde ortaya çıktığından, insan öncelikle biyolojinin kavram ve prensipleriyle anlaşılmalı sonra bu sağlam bilgiler üzerine metafiziki, ahlaki prensipler oturtulmalıdır. 1.) Kompleks Adaptif Dinamik Bir Sistem Olarak Beyin/Zihin Birlikteliğiİnsan beyni ve zihni kendini düzenleyebilen ve içinde bulunduğu şartlara dinamik şekilde adapte olabilen kompleks bir sistemdir. Şimdiye kadar düşünüldüğü gibi o bir mekanik alet veya basit paralel işlem gören bir bilgisayar da değildir. Kendini düzenleyebilen ruh/zihin/beyin/beden sistemi, kendini düzenlemede hem genetik yapısından kaynaklanan potansiyel kapasitesini hem de çevresel faktörlerin bu kapasiteyle etkileşim bilgisini kullanır. Öğrenme, anlama, hafıza, düşünme gibi ruh/zihin fonksiyonları, beyindeki nöral ağların işleyişi ve yapılanmasına bağlı olarak gerçekleşir. Nöral ağların işleyişi de hem genetik yapıyla hem de çevresel faktörlerle (beslenme, uyku, sosyal çevre öğrenme ortamlarının iklimi, tasarımı ve mimarisi) düzenlenir ve kontrol edilir. İnsan beyni doğuştan getirdiği kapasitesiyle, yaşamını tehdit eden fiziki, sosyo-kültürel engelleri ve problemleri çözebilecek kapasitede öğrenen ve uyum sağlayan bir sistemdir. Ancak başta eğitim olmak üzere sosyokültürel şartlar ve yönlendirmeler, onun bu özelliğini geliştirebilmekte veya köreltebilmektedir. İnsanoğlu yaşamını sürdürebilmek için karşılaştığı problemlere mutlaka iyi veya kötü çözümler üretir. Eğitim hayatın problemlerini çözebilecek bilgi-beceri-tutum ve davranışların insana kazandırıldığı bir süreç olarak tanımlanırsa, eğitimin problem çözmeye dayalı boyutu ön plana çıkarılmalıdır. İnsanın eğitim sonunda kazandığı bilgi ve beceri setiyle ürettiği çözümleri yetersiz veya geçersiz ise, tabii seleksiyon prensibi gereği ya hayat standardını aşağılara çekmek zorunda kalır ya da hayata veda eder. Bunun için önemli olan problemlerin hangi standartlarda nasıl ve ne seviyede çözüldüğüdür. Yoksa her insan veya toplum şöyle veya böyle karşılaştığı sorunlara çözüm üretmektedir. Bilinen bir gerçek var ki o da problemlerini daha temelinden (kaynak sorunları) uzun süreli çözebilen topluluklar, aynı problemi geçici olarak düşük seviyede çözen (semptomları yok eden) topluluklara karşı tabii olarak üstünlük sağlarlar. Bir başka deyişle diğer toplumların hizmetçisi değil efendisi olurlar. O halde insan ileride kendini hizmetçi yapacak bir eğitimi değil kendisini toplumların insanların efendisi yapacak bir eğitim almaya özen göstermelidir. 2.) BEYİNDEKİ ANALİZ VE SENTEZ BÜTÜNLÜĞÜİnsan beyni olayları kavramada birkaç tane ayrı duyu sistemini kullanır. Her bir duyudan gelen bilgileri ayrı ayrı işler (Mesela görme olayında renk, hareket, şekil ayrı ayrı işlenir.) Şuuru tanımlamada esas problem, insan beyninin bu ayrı ayrı işlenen ve analiz edilen bilgi parçalarının nasıl nerede ne zaman sentez edildiğidir. Mesela masa üstünde yuvarlanan kırmızı topun birleştirilmiş anlamlı resminin beynin farklı kısımlarında şekil, hareket ve renk ayrı ayrı analiz edilmesine rağmen beyinde üretilmesi çok enteresandır. Çünkü şuur tecrübe edilebilir ama net bir tanımı yapılamayan fenomendir. Biz ancak fiziksel çevredeki olayları kesin sınırlar içinde tanımlayabiliriz. Ancak şuuru sevgiyi güzelliği sadece nöronların elektro kimyasal aktivitelerinden ibaret görmek te çok eksik ve tek boyutlu bir tanım olacaktır. Şimdiye kadar eğitim sistemimizde öğrenme ve öğretme hadisesi parçaları analiz etme üzerine kuruldu ve dersler o şekilde işlenildi. Dersleri parçalayarak, her dersi konularına bölerek öğrencilere bir şeyler verilmeye çalışıldı. Ancak insan beyni bununla yetinmeyip, bu parçaları anlamlı şekilde sentez etmektedir. Metaforları (benzetmeler ve örneklemeler yoluyla) kullanarak da yeni şeyleri üretebilmekte ve yeni bağlantılar ve ilişkiler kurarak yaratıcılık yönünü kullanmaktadır. Beynin tabii işleyiş mekanizması bu olmasına rağmen, mevcut eğitim sisteminde bu tabii mekanizmanın bir kısmı üzerinde vurgu yapılarak, beynin sentez –metafor- yaratıcılık yönleri yokmuş gibi davranılmakta ve köreltilmektedir. Beyin adaptif(uyum sağlayan) bir sistem olduğundan kendisi hangi yöne yönlendirilirse o yönde gelişimini sürdürmekte, diğer fonksiyonları minimum seviyede kullanmaktadır. İşte beynin bu tabii işleyiş mekanizmasına göre eğitim sistemimizin ve derslerin yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Parça parça kopuk olarak işlenen dersler yanında, bu dersleri birleştiren ve oradaki bilgi parçalarını sentezleyerek anlamlı ve kullanılabilir bilgi kümeleri inşa eden dersler konulmalı. Öğrencilere analitik düşünme becerileri kadar, sentezci düşünebilme ve yaratıcı ve doğurgan fikirler üretebilme eksersizleri de yaptırılmalıdır. Bir başka deyişle öğrenmeyi öğrenmeye ve çok boyutlu analitik ve sentezci-yaratıcı düşünme becerileri kazanmaya yönelik ortak zorunlu dersler konulmalıdır. 3.) DUYGUSAL ZEKA VE DUYGU EĞİTİMİŞu ana kadar filozoflar ve eğitimciler, insanı akıllı ve düşünen bir varlık olarak tanımladılar ve insanı genellikle mantıksal ve rasyonel ifadelerle tanımlamayı tercih ettiler. Ancak son yıllarda yapılan bütün araştırmalar göstermektedir ki, insan kararlar alırken öğrenirken veya düşünürken büyük ölçüde duygularından ve içinde bulunduğu haleti ruhiyeden etkilenmektedir. Çoğu zamanda akıldan ziyade duygularına göre tercihlerini ve kararlarını oluşturmaktadır. Çünkü insanın hissiyatı veya duyguları, algılamayla doğrudan bağlantılı olan dikkati toplamakta veya dağıtmaktadır. Dikkatin toplanması veya dağılması ise doğrudan öğrenme, hafıza ve davranışlar üzerine belirleyici etki yapmaktadır. Bu noktadan duygular (hissiyat), yaptığımız her türlü faaliyeti başlatan veya tetikleyen mekanizmadır. Beynin anatomik yapısı incelendiğinde, rasyonel ve mantıksal korteks, duygusal merkeze nazaran daha büyük olmasına rağmen, her iki merkezden çıkan nöral ağların sayısı karşılaştırıldığında, duygusal merkezden çok fazla sayıda nöral ağ çevreye yayılmaktadır. Demek ki beynin işleyişi üzerine duyguların etkisi daha fazladır. Bütün bunlar analitik zeka kadar duygusal zekanın da önemli olduğunu göstermektedir(2). Bu biyolojik bulgular ışığında eğitim sistemimize bakarsak, okullarda öğrencilerin duygusal sağlıklarını kontrol edip düzenleyecek ve değerlendirecek hiçbir araca sahip olmadığımız görülecektir. Bir başka deyişle çocukların öğrenme sürecini doğrudan etkileyen duygusal zekalarını göz ardı ediyoruz. Dolayısıyla okullarda ağırlık, öğrencilerin kavramlar, gerçekler ve beceriler üzerinde uzmanlaşması teşvik edilirken, duygularını kontrol etme ve olumlu yönde düzenleme becerileri ihmal edilmektedir. Her insanın duygusal banka hesabı dolu ise yani borçlu değilse, kendini öğrenmeye, düşünmeye, anlamaya konsantre edebilir. Aksi takdirde duygusal banka hesabı açık veren kişi, açığını kapatmakla meşgul olacağından, bedenen sınıfta olsa bile öğrenme ve anlama olayına kendini veremeyecektir. Ayrıca bu duygusal banka hesabı boş olan öğrenciler, anlaşılmadığı takdirde, kötü davranışlar sergileyerek kendilerini farklı kılmaya çalışacaklardır. Ayrıca duyguları ona rahat ve emin güvenilir bir ortamda bulunmadığını ve konuşursa soru sorarsa ayıplanacağı ve gülüneceği mesajını öğrenciye yolluyorsa, veya öğrenme ortamları gizli veya açık bilinçli veya bilinçsiz olarak buna benzer mesajlar üretiyorsa, öğrenci öğrenme ve anlama olayına aktif olarak katılmaktan vazgeçecek durumu kurtaracak ölçüde öğrenecektir. Çünkü zihni öğrenme ve anlama pencerelerini büyük ölçüde kapatmıştır. Açarsak hocanın yazdırdığı ders notlarını ezberlemesi ve hocanın soru stillerine aşinalık kazanması, öğrenmenin anlamı haline gelecektir. Bu noktadan duyguları ve bütün bedeni, öğrenme olayının içine katma tekniklerinden biri olan Total Fiziksel Cevap (Total Physical Response-TPR) yöntemi olan öğrenme tekniğinde insanlar, tekrar etmeden bir kerede istedikleri şeyi öğrenebilmektedirler. Bu teknikte önemli olan şey, kişinin bütün duyularıyla ve hissiyatıyla anlamlı bulduğuna inandığı şeyi öğrenmeye konsantre olmasıdır (3). Yeni beyin teorisinde duygular, insanın algılama işleminde merkezi bir öneme sahip olacaktır. Geliştirilecek olan yeni beyin teorisinin bugünkü okul sisteminde yeri yoktur.. Çünkü şu andaki okul sistemleri, sistematik yönetime, düzen ve disipline ve kavramsal ölçme ve değerlendirmeye aşırı önem verirlerken, öğrencilerin çoklu zeka sistemine (dil, matematik, kendisiyle ve insanlarla iletişim, sosyal-pratiklik, müzik, estetik, soyut düşünme, mekanik, duygusallık gibi zeka çeşitleri ) göre zekalarının farklılaştığı ve her zeka tipinin korunup geliştirilmesi gerektiğine, duygusal rahatlığın ve duygusal banka hesaplarının doluluk derecesine ve esnekliğe çok az önem ve değer vermektedirler(2;3). 4.) İNSAN BEYNİNİN ÖĞRENME ZAAFLARI VE ORTAYA ÇIKARDIĞI SORUNLARİnsan beyninin işleyişi ile ilgili bir başka önemli bulgu da, beyin, ani ve şiddetli gelen uyarılara, özellikle biyolojik ihtiyaçlarıyla ilişkili tehlikelere ve fırsatlara hızlı cevap ve uyum üretirken, belli bir dengede devam eden ve çok yavaş değişim gösteren dolayısıyla yaşamını doğrudan ve hemen tehlikeye atmayan gizli ve yıkıcı farklılıklara, tedrici değişimlere karşı ya izlemekle yetinir yada onları tamamen görmemezlikten gelir. Açarsak insanın sahip olduğu beyin, ani ve şiddetli patlamalara ve büyük felaketlere kolayca cevap verebilirken, üzerine yavaş yavaş sessizce gelen felaketlere karşı olabildiğince umursamazdır. Bu noktadan insan beyni, belirsiz,duygu yüklü problemleri tanımlamada ve abartmada kavramsallaştırmada ve önemsemede çok iyi performans gösterirken, sabır ve azim gerektiren sürdürülebilir dikkati ve uyanıklığı mecbur kılan olaylar ve problemleri çözmede çok zayıftır. Bir başka deyişle insan aklının, bir gram hazır lezzeti, ilerideki kilolarla gelecek lezzete tercih etme gibi bir yaratılış zaafiyeti vardır. Bunu atalarımız “bir musibet bin nasihatten iyidir” şeklinde vecize haline getirmişlerdir. İnsanın hadiselerden ders alabilmesi için bela ve musibetin yavaş yavaş geliyor olması yetmiyor, ani ve şiddetli gelirse insanoğlu önlem almayı tercih ediyor. Bu durumu tipik olarak sigara alkol ve uyuşturucu gibi kötü alışkanlıkları insanların kolayca kazanmasında ve çok zor terketmesinde görebiliriz. O halde öğrencilerin beyinlerini nasıl eğitmeliyiz ki, tedrici olarak gizli gizli gelişen sosyal problemlere karşı uyanık kalıp, gerekli önlemleri alabilsinler ve olaylar ortaya çıkmadan önce tedbirler ve çözümler paketini oluşturup kullanıma sokabilsinler. Bugünlerini gelecek yaşamlarının nasıl olmasını istiyorlarsa, ona bir hazırlık olarak değerlendirsinler. O halde eğitimde olumlu davranış değişikliğini sağlamak ve beynin bu tabii zaafiyetinden kazanılan olumlu davranışları koruyup kollamak için nasıl bir eğitime ihtiyaç vardır sorusunun cevabı henüz ortaya konmamış olup, mevcut okul sistemi ve eğitim teorileri de gerçekçi bir çözüm üretememiştir. Sonuç olarak insan zihninin zaafiyetinden kaynaklanan bu problemi çözebilecek yeni bir eğitim sistemine ihtiyaç vardır. Bugünkü okullarda ekonomiklik,, etkinlik ve ölçülebilir sorumluluk üç önemli değerdir. Halbuki insan beyni bu testlere tabii tutulursa sınıfta kalmaktadır. Ekonomikliği ele alırsak insan beyni vücut ağırlığının % 2’sini oluştururken vücut enerjisinin %20’sini kullanır. Çoğu fonksiyonlarının birden fazla yedekleme sistemi vardır. Biri devre dışı kaldığında diğeri o vazifeyi üstlenir. Etkinliği ele alırsak, insanoğlu, problemler karşısında etkin çözümler üretmesiyle değil, çok farklı şartlara mükemmel uyum sağlayabilme kapasitesiyle varlığını devam ettirebilmiştir. İnsan beyni adaptif bir sistem olduğundan birden fazla çözüm arar. Her problemin motif ve desenini anlamaya çalışır. O motifi ve deseni, daha sonra karşılaşacağı benzer durumlara uyum üretmede bir model olarak kullanır. O halde çok hızlı değişimin yaşandığı ve bunun 21. yüzyılda daha da hızlanacağı dikkate alınırsa, bir veya iki işte çok etkin çözümleri bilen uzman insanlar mı yetiştirmeliyiz yoksa, çok farklı değişen şartlara uyum sağlayabilecek becerilerin verildiği uyum yeteneği yüksek insanlar mı yetiştirmeliyiz? Üzerinde düşünülmesi gereken bir başka soru. Organizma, ortak menfaatler ve iyilikler için değil, kişisel hayatını sürdürmek için mücadele eder. Kişisel başarısı yüksek bireyler, sonuçta neslinin devamı şansını artırır. İnsanlar öğrenmeye bağımlı sosyal varlıklar olduğu için nesillerinin devamı, bireysel başarı kadar, ortaklaşmaya ve birlikte iş görmeye ve sorun çözmeye de bağlıdır. İnsan topluluklarının sürdürülebilirliği, ortak akıl değer ve menfaat üretmeye bağlıdır. Lisan, insanoğlunun algılamaya dayalı temel iletişim mekanizmasıdır. Genellikle yüksek zekalı bireylerin sosyal hayatları araştırıldığında, çoğunun başarısız bir hayat sürdükleri ortaya çıkmıştır. Çünkü diğer insanlarla -işte ve normal yaşamlarında kendilerine ve bireysel zekasına aşırı güvenden dolayı- bir arada yaşama ve ortak değerler üretebilme kabiliyetinden yoksundurlar. İnsanoğlu bu zafiyetlerini yenmek için bu işleri, güçlü şekilde yapan makineler ve yönetim -kontrol sistemleri geliştirmiştir. Mesela gerçeklere ve olgulara ait çok sayıdaki verileri işlemek, gruplamak ve analiz etmek için bilgisayarlar geliştirerek, insan beyninin bellek ve hız gibi iki zayıf yönünü muazzam derecede güçlendirmiştir. Yine benzer şekilde bilgi arama, bulma, sınıflama, analiz teknolojileri geliştirerek insan beyninin gücünü ve performansını bireysel planda en az 100-200 misli artırmıştır. Çeşitli yönetim ve kontrol sistemleri geliştirerek bir yandan hemcinsinden maksimum faydayı alabilecek diğer yandan da gelebilecek zararları önlemeye çalışmaktadır. Bu teknolojiler ve kontrol sistemleri günlük ve ticari hayatı ağ gibi sarmışken, okullar genelde en tutucu ve bağnaz bir kurum olarak hala kalemle ve tahtayla öğrencilerin hayata hazırlandığı yerler olarak varlığını sürdürmektedir. Okullarda herşeyin bir sistem olarak tanımlanabileceği ve bu perspektiften herşeyin daha iyi anlaşılabileceğini savunan sistem dinamiği derslerinin ve öğrenen sistemlerin işleyişi ve kontrolü ile ilgili temel ortak dersler de verilmemektedir. Öğrenci, okul dışında kompleks, dinamik sistemler ağı içinde hayatını sürdürmeye çalışırken, evde ve hayatın diğer kısımlarında bilgisayar ekranlarından bilgiye ulaşırken, alışveriş yaparken ve parasal işlemlerini yönetirken, okullarda bir kalem bir defter üzerinde ve kara veya beyaz tahtayla bilgiyi öğrenmeye ve onu analiz etmeye çalışmakta ve sentez edici, bütünleştirici ve yeni bilgiler üretici aktivitelere zaman kalmamaktadır. İşin daha da kötüsü parçaları öğrenmeye çalışırken bütünün resmi kaybolmakta ve bütünün anlamı ve bireyin hayatıyla ilişkisi güçlü şekilde kurulamamaktadır. 5.) İNSAN BEYNİNDE DAVRANIŞI DÜZENLEYEN KİMYASALLARIİnsan beyni nöral ağların kompleks kolleksiyonundan oluşup algısal aktiviteleri işleyen ve değerlendiren bir sistemdir. Beyin içindeki spesifik fonksiyonları işleyen bireysel ağlar ve bölgeler, daha kompleks fonksiyonları işlemek için birleşirler. Birkaç düzine hormonal ve nörotransmitter sistem, bu mükemmel bilgi işlem sistemi için anahtar kimyasalları oluşturur. Bir molekülün şeklinden çıkan elektrokimyasal özelliklerin nasıl nöral bilgi taşıyabildiği ve bunun ne olduğu çok açık değildir. Nörolojik bilimler için şuur ve nöral bilginin tabiatı, hala bir sırdır. Bilim adamları şu ana kadar çeşitli zihinsel bozukluklar ve durumlar ile belirli hormonal ve nörotransmitterlerin seviyeleri arasında belli bir ilişkinin olduğunu saptadılar. Mesela şizofreni(dopamin miktarı yüksek seviyede) ve Parkinson hastalığı (dopamin miktarı düşük seviyede) ilgili beyin bölgelerinde dopamin seviyelerinin yüksek veya düşük oluşuyla bağlantılıdır. Serotonin seviyesindeki artma ve azalmalar, kendine güvenme ile doğrudan bağlantılıdır. Serotonin seviyesi yüksek olduğunda kişi, yorgunluk bilmeden çalışır. Bugün antidepressan olarak kullanılan Prozac ve LSD gibi hallüsinasyon yapıcı ilaçlar, serotonin sistemi üzerinden etkisini ortaya koyan ilaçlardır. Bütün bu bilimsel bulgular, çok ciddi sosyal problemleri de beraberinde getirmektedir. Eğer belli bir davranış, esas olarak belirli nörotransmitterlerin kombinasyonuyla ortaya çıkıyorsa , o zaman sorumluluk ve özgür iradenin geçerli olduğu alanların hukuki açıdan yeniden tanımlanması gerekir. Mesela bir kişinin serotonin sentezi anormal derecede düşük ise, bu kişi saldırgan davranış ve şiddete güçlü şekilde yatkındır. Eğer bir kişinin doğuştan özgür iradesini kullanma kapasitesi düşük ve azalmış ise, bu kişi kanuni açıdan hangi davranışlarından sorumlu tutulacaktır. Ayrıca kimyasal test teknolojisi geliştikçe, eğitimde öğrencileri seçme ve yönlendirmede de kaçınılmaz etkileri olacaktır. Mesela yüksek serotonin seviyeleri, düz motor kasların ve bununla ilişkili hareketlerin koordinasyonunu zenginleştirdiği için, atletleri ve violin gibi müzikal enstrümanları çalabilecek öğrencileri seçmede kullanılabilecektir. Bu kişilerin bu gruplara dahil olabilmesi için veya bazı negatif davranışları azaltmak için eğitimde kimyasal tedavi uygulamak ne ölçüde kabul edilebilir bir davranış olacaktır. Mesela hiper-aktif çocuklarda kullanılan Ritalin gibi ilaçlar hakkında devam etmekte olan tartışmalar, insanın kompleks algısal gelişimindeki aysbergin sadece görünen kısmını oluşturmaktadır. Çünkü hiperaktif çocukların % 15-30 kadarı dahi ve yaratıcı tiplerdir. Nörotransmitterler milisaniyeler içinde fonksiyon görüp sonra tahrip edilirler. Dolayısıyla bu maddelerin hepsini ölçebilmek ve dinamiğini ortaya çıkarabilmek çok zordur. Hormonlar kan yoluyla taşındıkları için kısmen daha uzun sürede aktif hale geçip daha uzun sürede tahrip edilirler. Dolayısıyla izlenmeleri ve ölçümleri nisbeten kolaydır. Kortizol ve diğer güçlü glukokortikoidler, beyinin stresli durumlara cevap verme sistemi üzerinde çok önemli roller oynarlar. Beynin ürettiği cevap, kısa süreli olup, yaşamı tehlikeye atan durumlarda ayakta kalmayı sağlayıcı geçici bir destektir. Kronik olan ve sosyal olarak devam eden stres durumlarına beynin ürettiği cevap yetersizdir. Bugünkü toplum hayatında görülen hastalıkların büyük bir kısmında kronik stres, hastalığı hazırlayıcı veya başlatıcı yada ilerletici önemli bir faktördür. Kronik stres sonuçta öğrenmeyi ve hafızayı düzenleyen nöral sistemlerin etkinliğini azaltabilmektedir. O halde öğrencilerde fiziksel olarak tahrip edici kronik strese yol açmayan, hoş, teşvik edici ve insanı bir şeyler öğrenmeye motive eden bir okul çevresi ve ortamı nasıl geliştirilebilir? Çünkü öğrencilerde stres oluştuğunda, beyin strese cevap üretirken, öğrenme ve hafızayla bağlantılı nöral sistemlerin işleyişinde performans azalması ortaya çıkmaktadır. Önümüzdeki yıllar, beynin işleyişini sağlayan biyolojik prensiplerle ve teorilerle uyumlu eğitim teorilerinin geliştirildiği ve makine merkezli eğitimden beyin/zihin merkezli eğitime geçişin yaşandığı dönem olacaktır. Önümüzdeki yüzyılın eğitimi, kesinlikle biyolojik prensiplerin ışığında ve beynin/zihnin tabii işleyişiyle uyumlu eğitim modelleri etrafında örgüleşecektir. Bir eğitim liderinin ifadesiyle “ Mucit ve kaşifler yerine taklitçi adamların yetiştiği eğitim sisteminden mucit ve kaşiflerin yetiştiği sistemlere geçiş yapılacak ve bu bağlamda herşey değişecek kitap-okul-kapı-sıra .... hepsi...değişecektir. Böyle bir sisteme öncülük yapmanın ilk şartı, kısmen her şeyi değiştirecek isyancı ruhlara ve eleştirel düşünebilen sorgulayan insanlara sahip olmak veya bunların yetişmesini sağlamaktır”. Bu yazının eğitimcilerimiz başta olmak üzere insanımızın bu gelişmeler karşısında seyirci rolünden vazgeçip, insanın biyolojik çalışma mekanizmasına ters düşmeyen, özellikle beynin ve zihnin işleyişiyle uyumlu, yeni öğrenme ortamları ve okul modelleri geliştirmesine vesile olmasını temenni ediyorum. Yararlanılan Kaynaklar 1- SYLWESTER R. (1996). Recent Cognitive
Science Developments Pose Major Educational Challenges.
|