Türkiye'nin En Kapsamlı Kitap Özetleri Web Sitesi |
Din - İslam
BEDİÜZZAMAN SEMPOZYUMU
Yazar: Komisyon
Prof. Dr. MİM KEMAL ÖKE (Boğaziçi Üniversitesi)
Bediüzzaman’ın, “Ben zaten dindar bir cumhuriyetçiyim” sözleri, belki biryerde 21. yüzyıla girerken insanlığın itirafla gelebileceği noktayı o günlerde adeta ilahi bir kanun olarak tesbitinden kaynaklanmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursi’nin, “Yeni Said” olarak tanımlanan döneme intibaktan sonra kendini tamamen “iman hakikatleri”ni neşre ve tebliğe hasrettiği, üzerinde tartışma götürmez bir gerçektir.
Osmanlı Türkiye’sinin Mutlakiyet ve II. Meşrutiyet dönemlerinde aktif olarak siyasetin içinde gördüğümüz “Eski Said”, bu siyasi aktivitesinin yanında, bir milis kumandanı olarak “Keçe külahlılar”ın başında Doğu Anadolunun Rus-Ermeni karma güçlerince istilasına bilfiil çarpışarak karşı çıkmıştır.
Bediüzzaman, İslam dünyasının selameti ve İttihad-ı İslam davasına hizmette gerekli olduğuna inandığı bütün platformlarda bilfiil hizmette bulunmuştur. Çünkü onun amacı, insana ve insanlığa hizmettir.
Bediüzzaman, “Hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahiliyesinden ileri gelen” müsbet milliyet fikrini vurgular. Ona göre “müsbet fikr-i milliyet, İslamiyete hadim olmalı, kal’a olmalı, yerine geçmemeli” dir.
Bediüzzaman, meşrutiyetten bahsederken daima “meşrua” sıfatını eklemektedir. Bundan kasdı meşrutiyetin şeriat, yani İslamın esaslarına uygun olmasıdır. Burada da zikredilecek unsurlar, şeriatın çerçevelediği meşrutiyetin özellikleridir.
Bediüzzaman, meşrutiyeti tarif ederken: “Meşrutiyet ve kanun’u esasi; hakiki adalet ve meşveret-i şerriyyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız.” Demektedir.
Bediüzzaman, “yaşasın Kur’an-ı Kerim’in kanun-u esasileri” demek suretiyle bizim toplumsal kurum ve kuruluşlarımızın İslama dayandığını kaydetmektedir.
Onun Asr-ı Saadeti ve dört halife devrini örnek göstererek adalet, meşveret ve kanun hakimiyeti şeklinde unsurla belirlediği bir model, aslında ideal bir cumhuriyetten başka birşey değildir.
Cumhuriyet hakkındaki görüşünü, 1935 yılında sevkedildi Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde, cumhuriyet hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, cevap olarak: “Eskişehir Mahkeme Reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu tarihçe-i hayatım isbat eder” diyerek karşılık vermiş ve buna deli olarak Siirt’te ilimle meşgul olduğu sırada, kendisine gelen çorbaları karıncalara verişini anlatmış; bunun sebebini soranlar ise: “Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten tanelerini karıncalara verirdim” diyerek cevap vermiştir.
Bediüzzaman’ın “Ben zaten dindar bir cumhuriyetçiyim” sözleri belki, bir yerde 21.yüzyıla girerken insanlığın itirafla gelebileceği noktayı o günlerde adeta İlahi bir kanun olarak tesbitinden kaynaklanmaktadır, diyebiliriz.
YENİ BİR İMAN MEKTEBİ OLARAK RİSALE-İ NUR
Doç. Dr. AHMET AKGÜNDÜZ (Selçuk Üniversitesi)
Risale-i Nur, yeni bir iman mektebi olarak Kur’an’ın hakikatlerini asrın idrakine uygun olarak izah ederken, kainat kitabından misaller vererek ilimlerin ışığında Kur’an’ı tefsir etmekte, İslamiyeten hakiki ilimlerin zübdesi ve özü olduğunu da ortaya koymaktadır.
1. Allah’a giden yollar ve Risale-i Nur
Yaratılışın en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi Allah’a imandır. Bu sebeple İslam tefekkür tarihinde, alimlerin üzerinde durduğu, mütefekkirlerin üzerinde zeka yorduğu, filozofların bütün tafsilatıyla tartıştığı en önemli mevzu, Allah’a ve sıfatlarına iman; Allah’ın varlığının ve birliğinin bilinmesi ve isbatı olmuştur. İslam fikir tarihi tetkik edildiğinde, marifet-i Sani denilen kemalat arşına uzanan yolların dört asla irca edilebileceğini görüyoruz:
Birincisi:
Tasfiye ve işrak üzerine kurulmuş olan ehl-i tasavvufun yoludur. Tasfiye, zikir ve ibadetlerle kalbi ve aklı masivadan arındırarak Allah’a ve Onun marifetine ulaşmaya çalışmaktır. İşrak ise, keşif ve ilham ile insanı Allah’a götüren yolları bulmaya gayrettir. Her ikisinde de marifetullah yolunda kalb ayağıyla gidilmeye çalışılır. Bu seyr-ü sülukun anahtarı ve vesiledir, zikr-i ilahi ve tefekkürdür.
İkincisi:
İslamın itikat esaslarını muhafaza ve müdafaa için kelam denilen bir ilim teşekkül ettiren kelamcıların yoludur ki, Allah’ı tanıma ve isbat hususunda bunların dayandıkları en mühim iki esas, imkan ve hudus denilen delillerdir. Bunlar, bu iki delili kullanırken, akla ve nazari esaslara istinat ederler.
Üçüncüsü:
Şüphelerle dolu olan ve sahiplerini de şüpheler içinde bırakan İslam filozoflarının yoludur ki, İbn-i Sinalar, Farabiler, Kindiler gibi bir kısmı aklı esas alarak yürüyen ve kendilerine Meşşaiyyun veya Aristocular tabir edilenler ile Sühreverdiler ve İbn-i Tufeyll’ler gibi ilham ve kalbe sezisi esas alan ve kendilere İşrakıyyun tabir edilenler, bu yolun yolcusudurlar.
Dördüncüsü:
Risale-i Nurun esas mesleğini teşkil eden Kur’an’ın yoludur. Bu ifadeden, öteki yolların Kur’an dışı olduğu şeklinde bir mana çıkarılmamalıdır. Ne demek olduğunu , Bediüzzaman: “Risale-i Nur, sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarı ile ders vermez ve evliya misillu yalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizacı ve ruh ve sair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i alaya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişemediği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.” der.
Kur’an’ın Allah’ı isbat ederken kullandığı ihtira ve inayet delillerini, asrımızda gelişen ilimlerle birleştirerek şerh eden Risale-i Nurun evvela bu asırda yeni bir iman mektebi olarak ifa ettiği fonksiyonu ve sonra da diğer İslam alimlerinin eserlerinden ve mesleklerinden.
Bediüzzaman şu tesbitleri rahatlıkla yapmaktadır: “Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylani ve Şah-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbani gibi zatlar, bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i imaniyenin ve akaid-i İslamiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü, saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez, fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i imaniye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, ta kırk seneye kadar bir seyr ü süluk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenab-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lakayd kalmak, elbette kar-ı akıl değil.”
İşte o yol, Risale-i Nurdur. Çünkü Risale-i Nur, Kur’an’ın hakiki bir tefsiridir.
2-Risale-i Nur, Kur’an’ın hakiki ve manevi bir tefsiridir
Risale-i Nurun bu zikredilen özelliği, Kur’an’ın bu asrın idrakine uygun hakiki ve manevi bir tefsiri olmasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi, tefsir iki kısımdır:
Birincisi: Lafzi tefsirdir. 350 bin adede ulaşan bu manada tefsirler, Kur’an’ın ibaresini ve lafızlarını izah ederler. Cümlelerinden çıkarılabilecek itikadi, ameli ve ahlaki hükümleri çıkarırlar.
İkincisi: Manevi tefsirdir ki, Kur’an’ın hakikatlarını tefsiz ve izah ederler. Risale-i Nur, bu ikinci kısım tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymettarıdır.
Kur’an’ın konusu kainat olduğu gibi, ilimlerin de konusu kainattır. Kur’an da, ilimler de kainat kitabının bablarını ve fasıllarını, surelerini ve ayetlerini izah etmektedirler. O halde hakiki hikmet ve ilimlerden hiçbirinin Kur’an’a muhalif olması mümkün değildir. Zira Kur’an, kainat kitabının müellifi tarafından yapılan tercümesidir; ilimler ise, aynı kitabın acemileri ve mübtedileri tarafından yapılan izahıdır. İşte Risale-i Nur, Kur’an’ın kainat kitabını kainat kitabını tercümesinden ilham alarak, kainat kitabından ayetlerle ve temsil sırrıyla izah eden bir tefsirdir. Kur’an’ın hakikatlerini kainat kitabından verdiği misallerle ve temsil yoluyla tefsir ve izah ettiğinden, aynı zamanda kainat kitabının da bir tefsiri olan Risale-i Nur, araştırma konusu, kainat kitabının bu babı veya faslı olan müsbet ilimlerin kainatla ilgili olarak ortaya koyduğu ve mutlak intizamı ve nizamı gerektiren ilim kaidelerinde, Kur’an’ın ana maksatlarını isbat etmekte ve kör gözlere de göstermektedir.
Risale-i Nur, ilimlerin diliyle Kur’an’ın dört ana maksadını izah ve isbat eder. Bu noktada öylesine Kur’an’a ayine olmuştur ki, 6000 sayfayı bulan külliyatta tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet mevzularına ayrılmış kısımlar, eğer Kur’an ayetlerinde aynı mevzulara tahsis olunan nisbetlerle mukayese edilecek olursa, ikisinin birbirine yakın oldukları görülecektir.
3.Netice
Risale-i Nur, sadece kelamda değil, Kur’an’ın maksatlarını ve iman hakikatlerini izahta ve marifet-i Sani hususunda, bir tecdit hareketidir ve kökü mazide ve Asr-ı Saadette olan yeni bir iman mektebidir. Risale-i Nur yeni bir iman mektebi olarak sadece Kur’an’ın hakikatlerini asrın idrakine uygun olarak izah etmekle kalmamakta, kainat kitabından misaller vererek, ilimlerin ışığında Kur’an’ı tefsir etmekle, Kur’an’ın ezeli tercümesi olduğu kainat kitabının her bir mevcut ilimlerinde konusu olmakla, İslamiyetin hakiki ilimlerin zübdesi ve özü olduğunu da ortaya koymaktadır.
Kur’an’ın hakikatlerini kainat kitabından misallerle izah ve tefsir etmekle, kelam sıfatından doğan Kur’an kitabı ile kudret kaleminden doğan kainat kitabının kanunları ve kaideleri arasında tam bir mutabakat bulunduğunu isbat eylemektedir. Böylece, bu özelliğiyle İslamiyetin, heva ve heves içinde dönüp dolaşan, bazen ışık ve bazen zulmet veren ve çabuk değişen diğere din ve doktrinlerden mümtaz ve serfiraz olduğunu akıllara anlatmaktadır.
Hülasa Risale-i Nurlar, “ tasavvur değil tasdiktir; teslim değil imandır; marifet değil, şehadettir, şuhuddur; taklit değil hakikidir; iltizam değil, iz’andır; tasavvuf değil hakikattır; dava değil, dava içinde bürhandır.” Ve “Bu memlekette, bu asırda, bu milleti, anarşiden, tereddi ve tedenni-i mutlaktan kurtaracak yegane çare, Risale-i Nur’un esasatıdır.”
MÜCEDDİDLİK VE BEDİÜZZAMAN
Dr. COLİN TURNER (Durham Üniversitesi- İNGİLTERE)
İnancım odur ki, Risale-i Nur kainatı olduğu gibi takdim eden, Kur’an’ı Resulullahın murad ettiği gibi tefsir eden, modern insana musallat olmuş asıl tehlikeli hastalıklara tedavi çareleri sunan yegane islami eserdir. Bu yüzden Bediüzzaman’ın müceddid ünvanına layık olduğuna inanıyorum.
Müceddid, son derece önemli iki şeyi birden gerçekleştirmiş olur.
Birincisi: Kur’an’ı, nasıl anlaşılması murad edilmişse ve 1400 küsür sene önce nasıl indirilmişse, öylece kendi çağının insanlarına sunar.
İkincisi: Bunu da, kendi çağının insanlarının anlayış seviyelerine uygun bir şekilde yapar, böylece Kur’an’ın 7.yüzyılda Mekke ve Medine halkından gizli kalmış yönlerini keşfeder. Kur’an, ayet-i kerimenin bildirdiği gibi, eğer bütün insanlara ve bütün zamanlara bir İlahi hitap ise, ve Yaratanın vaad ettiği gibi hidayet isteyen herkesi Allah doğru yola iletiyorsa, bu demektir ki, her çağada Kur’an’ı yeniden açıklamakla ve ancak zamanı geldikçe manası anlaşılacak hakikatlerini keşfetmekle vazifeli kişi yahut kişiler bulunacaktır.
Risale-i Nur’u inceleyen bir kimse, külliyatın 5 bin sayfasından herhangi birinde tecdit alametlerini teşhis etmekte ve bir Müceddidin mührünü görmekte zorluk çekmeyecektir.
Risale-i Nur, inanmayanlara, inançsızlıklarının hiçbir fayda sağlamadığını gösterir; inananlara ise, imanlarını tekrar değerlendirmenin ve teyid ve tekviye etmenin yollarını öğretir.
Yıllar süren araştırma ve karşılaştırmalarım sonunda inancım odur ki, Risale-i Nur, kainatı olduğu gibi gören, iman hakikatini olduğu gibi takdim eden, Kur’an’ı Resulullahın murad ettiği gibi tefsir eden, modern insana musallat olmuş asıl tehlikeli hastalıkları teşhis edip kalıcı tedavi çareleri sunan, kendi içinde yeterli ve şümullü yegane İslami eserdir.
Bu yüzden, Risale-i Nur Müellifinin, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde müceddid ünvanına layık olduğuna inanıyorum. Zamanının yegane müceddidi olup olmadığını, yahut Risale-i Nur’un yegane tecdid eseri olup olmadığını bilemem; ama daha önce söylediğimi tekrarlamak gerekirse, yarı ömrümü alan arayışlarımın sonunda, müceddid ünvanına Risale-i Nur Müellifinden daha layık bir kimseyi bulamadığımı söyleyebilirim.
Risale-i Nur’un yakında bulunanlar olarak, onun mesajını yaymak ve onun elçileri olarak harekete etmek, sizin en büyük vazifenizdir. Risale-i Nur ise ne bir milletin, ne birkaç ferdin malı değildir, o, insanlığa, Rabbinin ilhamına mazhar ihlaslı bir zattan bir mesajdır ve dolayısıyla hepimize aittir.
Risale-i Nur talebesi olmayan Müslümanlara da söyleyeceğim birtek şey var: Sizi Allah’a ulaştıracak emin ve selametli, denemiş ve sınanmış bir yol arıyorsanız, açık bir zihin ve açık bir kalble Risale-i Nur’a yaklaşın. Kaybedecek hiçbir şeyiniz yok; kazanacak herşeyiniz var.
Kur’an’ın nurunu aksettiren, kainatı aydınlatan ve insanın varlığına mana kazandıran Risale-i Nur gibi bir eser görmezlikten gelinemez. Çünkü modern insan ile felaket arasında sadece İslam (Yaratıcıya teslimiyet) vardır ve, inanıyorum ki, İslamın geleceği de Risale-i Nur ile onu takip eden ve onun irşadından ilham alanlara bağlıdır.