Türkiye'nin En Kapsamlı Kitap Özetleri Web Sitesi

Sosyal Güncel

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ OLAYI
MODERN TÜRKİYE'DE DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM

Yazar : Şerif MARDİN
Yayınevi : İletişim Yayınları
Baskı : İstanbul / 1995 / 370

ÖNSÖZ

Türkiye'de laik konuma sahip kesimlerin en sert eleştiri yönelttikleri dini önderler arasında Bediüzzaman Said Nursi de görülür. Said Nursi'nin yazdıkları, bir ana amaca hizmet etme iddiasındadır: Batı'nın maddeciliği olarak gördüğü şeyin İslam kültürüne de sızmasını önlemek maddecilikle savaşmak için, önce Osmanlıların sonra da Türklerin İslami mirasını yeniden canlandırmaya yönelik misyoner faaliyetlerinde bulunmuştur.

Said Nursi'nin kendi takipçileri üzerindeki etkisini 3 ana temele dayandırabiliriz: Bunlar, Üstad'ın yeniden canlandırdığı lehçe, dünya çapında iletişim ağlarının gelişmesi ve takipçilerinin manevi açıdan böyle bir şeye meyilli olmalarıdır. Bediüzzaman'ın mesajını ilk yayanlar belli bir eğitim görmüş ama statüleri tam belirli olmayan-kısmen modern, kısmen geleneksel kasabalılardır.

I. BÖLÜM

KÖKTENCİ DİNCİ BİR TÜRK-MÜSLÜMAN DÜŞÜNÜRÜN BİOGRAFİSİ İÇİN ÖN YAKLAŞIMLAR

Nurculukta hiyerarşi talebe, kardeş ve dost kategorilerinden oluşur. Talebelikten kardeşliğe geçiş, Risale-i Nur mesajının sindirilmesine olduğu kadar, eylemci bir sicil oluşturulmasına bağlıdır. Cemaate dair sorumluluklar, dost düzeyinde ortaya çıkar. En üst rütbe Said Nursi geleneğini onu bizzat kendisinden miras alan insanlardan oluşur, dolayısıyla bu insanlar giderek azalmaktadır.

Türkiye'de Nurcu hareket, en çarpıcı evrensel özelliklerini 1950-75 arasında kazandı. Nurcu hareket Türk kültürüne entegre edilen yeni malzeme ve fikirlere uygunluk göstermesine bağlı olarak hızla gelişti. Ayrıca Cumhuriyetçi laik ideolojinin bir dünya görüşü olarak İslam'ın yerini alamamasıyla da daha da kuvvetlendi. Nurcu hareketin, İslami bir mistisizm de içeren retoriğiyle birlikte faaliyetlerini kısmen Cumhuriyet'in dayattığı kültürel çerçeve içinde yürütebilme başarısı, Türklerin pratik dünya görüşüne ve manevi taleplerine denk düştü.

Önderlik, iktidar ve ideoloji

Said Nursi'nin Van'da bir üniversite açılması önerisi henüz tanık olunmadık ölçüde bir renk taşımaktaydı. Said Nursi 1890'larda bir yanda kendi cemaatinin Osmanlı İmparatorluğu içinde önem kaybettiğini ve bir yanda da İslamiyet'in Hristiyanlık karşısında gerilediğini düşünüyordu. Eğitimin geliştirilmesi yönündeki taleplerini bu çerçeve içine alabiliriz. 1920'lere doğru artık Üstad'ı derinden rahatsız eden Türkiye'nin maddeciliğin saldırılarıyla İslamiyet'i de bir kenara bırakarak dağılacağı korkusu idi.

1960'larda karizmatik bir önder ve ilham almış bir eğitimci olarak Said Nursi'nin nüfuzu kitapları ve Kur'an yorumları aracılığıyla daha da yaygınlaştı. Kişinin yerinin onun yaydığı mesajların alması, çağımıza özgü bir durumdur. Kur'an mesajının daha geniş topluluklara yayılması için Üstad, Kur'an'ın Türkçe açıklanmasını bir seferberlik halinde başlattı, bu çabaların hepsi dikkate şayandır. Mesela mesajı yaymada radyo'nun rolü hakkındaki sözleri şunlardır: "Radyo öyle bir nimet-i ilahiyedir ki, ona mukabil şükür ise, o radyo milyonlar dilli bir küll” hafız-ı Kur'an olup, bütün zemin yüzündeki insanlara Kur'an'ı dinlettirsin.

1960'larda artık üniversite profesörleri ve öğrencileri bulunmak üzere bir entellektüelleşme görülmeye başlanmıştır ve bunların bazıları fiziki evrende varolan uyumu vurgulamaya başlamışlardır. Zaten 1950 ile 60 arası Demokrat Parti'nin iktidarda olduğu yıllardı ve Yeni Nesil adlı gazete ile Nurculuk yurt içine tamamen yayılmıştı.

II. BÖLÜM

HAYATI

Üstad hayatı boyunca "Kur'an'da ve Peygamber'in sünnet'inde ifade bulan saf İslam'a dönüş"ü önererek, ahlaki dokunun pekiştirilmesi yoluyla toplumu düzeltmeye çalıştı. Said Nursi, kendi üzerinde etkili kişiler olarak hem İmam-ı Rabbani'nin hem de Mevlana Halid'in sözünü ettiği halde, çoğunlukla kendi hareketinin yeniliğini ve ayırdedici niteliklerini kabul ettirmeye çalıştığı izleninimi verir. Said Nursi'nin misyonuna dair kararlılığı, çocukluğundaki inatçılığı ve hatındaki çatışma ve mücadelelerdeki motivasyonu bilinçaltı kaynaklarının ortaya konmasını sağlar.

Said Nursi din adamları yetiştiren yedi çocuklu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Kendisi şeceresinin Hz. Muhammed (sav)'e kadar dayandığını ileri sürmektedir.

Said Nursi daha küçük denebilecek yaşlarda bile, emredici tonda sarfedilmiş en basit sözlere bile tahammül edemezdi. Kendi ifadeleriyle o zaman ki durumunu anlatır, "Ben on yaşında iken, büyük bir iftihar, hatta bazen temeddüh suretinde bir haletim vardı; istemediğim halde pek büyük bir iş ve büyük bir kahramanlık tavrını takınıyordum. Kendi kendime der idim: Senin beş para kıymetin yok. Bu temeddühkarane; hususan cesarette çok fazla gösterişin ne içindir? Bilmiyordum hayret içinde idim..." (Emirdağ Lahikası)

Said Nursi, hayatındaki ilk dönem faaliyetlerini bir gaflet dönemi, yani Allah'ın (cc) gerçek mesajının anlaşılamadığı dönem olarak görmesi İbn-i el-Arab”'yi andırır. Kendisine bir davranış modeli olarak aldığı müslüman ilahiyatçı el-Gazali (1038-41) gibi Said Nursi de şeyhler hiyerarşisini, karizmalarını dünyevi amaçlar için kullanmaları ve asgari ihtiyaçlarının cemaat tarafından karşılanmasıyla yetinmemeleri nedeniyle suçlamıştır. Üstad'a göre bu kişiler, kendilerine bağlı olanlara, fazladan zekat yüklüyorlardı ve bu da tek kelimeyle bir sömürü idi.

Bediüzzaman hızlı geçen gençlik yıllarında birçok şeyhi ve alimi ilmi ve dini yarışmalarda yenerek kendi ilmini ispatlama yoluna gitti. Öğrenciler yetiştirdi, vaazlar verdi cami imamlığı yaptı ve bunların yanında birçok siyasi çekişmeye girişti ve sonunda Bitlis'in güneyindeki Şirvan'a geri çekilmeye ve dini tefekküre gitti.

Bediüzzaman'ın başlıca ilham kaynaklarından Abdulkadir-i Geylani (Gavs-i Azam) kendisine rüyada görünüp Miran aşireti reisi Mustafa Paşa'nın yanına gidip kendisine halka zulmetmeyi bırakmasını ve namaz kılmaya başlamasını ve bunları yapmazsa kendisini öldüreceğini söylemesini istedi ve Üstad hiç korkmadan bunu yaptı. O da, Molla Said'in kararlılığını denemek üzere onu devrin en büyük 15 alimiyle ilmi bir tartışmaya davet etti ve sonunda Said toplanan münazaracıların hepsini yendi. Mustafa Paşa da namaz kılmaya başladı ve Üstad'a bir tüfek hediye etti. Bir ara ata binerken üzerine Mustafa Paşa'nın eşkiyaları saldırır ve onu öldürmelerine ramak kalmışken, kutsal bir kişiliğe sahip olduğunu anlayarak bu işten vazgeçerler. Bu sıralarda Üstad'ın benimsemiş olduğu silahşör ve mücadeleci tavır ve ata binici olarak sahip olduğu özellikler dikkat çekicidir. Askerler Üstad'ı Mardin'den Bitlis'e götürürken ibadet için durduklarında onun her nasılsa kelepçelerinden kurtulmuş abdest aldığını gördüklerinde ondan kendilerini talebeliğe kabul etmesini istemişlerdi.

Resmi biografisi, yeni laik bilimleri kavramada gösterdiği hız ve kabiliyet nedeniyle kendisine "Bediüzzaman" lakabının verildiğini belirtmektedir. Üstad karşılaştığı imansız insanların kuşkularının giderilebilmesi için eski argümanların müsbet bilimlerle desteklenerek içinde bulunulan yüzyılın anlaşılması açısından en uygun tarzda açıklanması gerektiğine etrafındakileri ikna etmiştir. Sufizmin vecd durumuyla ilgili pratikleri olsun, Sufilerin "varlığın birliği" teorisi olsun, müslümanların güncel sorunlarının çözümlenmesinde bir işe yaramıyordu.

Said Nursi'de büyük bir sarsıntı yaparak İslami cihad düşüncesini ilk yaratan olay, Avrupa'nın müslümanlara karşı silaha sarıldığı sıralarda İngiltere, koloniler bakanının bir konuşma yaparak "Ellerinden Kur'an sökülüp alınmadıkça müslümanlara hiçbir zaman hakim olunamayacağını söylemesi oldu. Üstad'ın buna tepkisi öfke doluydu; Kuran'ın söndürülemez olduğunu bütün dünyaya ispatlamaya and içti. Başta doğuda olmak üzere ekonominin de çökmesi Üstad'a sultana bir reform önerisi sunmaya kadar götürdü. O sırada huzurda bulunanlar Molla Said'in, gerek önerilerini Sultana sunmada, gerekse onun bir halife ve müslümanların lideri olarak gösterdiği pasif tutumu eleştirmede büyük cesaret göstermesine hayret etmişlerdir. Çünkü o kendisini millete, dine ve devlete adamış bir kişiydi ve on beş yıldır hürriyet-i şer'iyye fikri üzerinde düşünmekteydi ve bu fikir kapıyı çalan devrim dalgası içinde yokolup gitme tehlikesindeydi.

Ulema'ya yönelttiği sürekli eleştirilerin nedeni, dini çalışmaların bir bunalım içine düştüğüne ve bunların baştan sona yeniden düzenlemesine olan inancıydı. Dini ve sosyal yaratıcılı getirmenin tek yolu medrese, tekke ve mektep sistemini, mekteplere yeniden din dersi koyarak, medrese eğitimine müsbet bilimlerin öğretimini de ekleyerek ve yetkin ulemayı tekkelere sokarak birleştirmekten geçiyordu. Ayrıca insanların şüpheciliğin çok etkisinde kaldığı bir dönemde İslam hakikatini ileri sürmenin artık halkı etkilemede yetersiz kaldığına da inanıyordu. Yeni dönem ortaya attığın her iddiayı kanıtlamanı ve karşıtını ikna etmesi gerekli kılıyordu.

1910'dan sonra II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesiyle ittifak devletleri safında savaşa katılınmasına dair Jön Türkler tarafından verdirilen beş cihad fetvasının hazırlık çalışmalarına da katıldı. Said Nursi'ye göre Osmanlıların silahlı gücünün iyi amaçlar için kullanılmasında Jön Türkler son fırsatı oluşturuyordu. Ama ordunun I. Dünya Savaşı sonrasında çözülmesiyle bu fırsatta ortadan kaybolmuştu. Said Nursi bundan sonra kendisi için yapılabilecek tek işin, yeni bir rol benimsemek olduğunu belirtir. Bu, siyasi yapılanmalar aracılığıyla iş yapan Molla Said değil, cemaatin dini inancına hitab eden Said olacaktır. Üstad'a göre yenilginin derinlerde yatan nedenlerinden biri, Jön Türkler'in İslam'ı, kendi ideolojilerine bütünleştirmede gösterdikleri başarısızlıktı.

Said Nursi'nin yaşamındaki bir dönem noktası, Rusya dönüşünden sonra geçirdiği "Vicdan muhasebesi" ve görüşlerindeki köklü değişiklikler oldu. Üstad şimdi siyasi bağlantılardan sıyrılıp taban düzeyinde çalışmaya başlamak zorundaydı. Bu değişim 1925 yılında yeni görevine ilişkin bir işaret olarak değerlendirdiği sürgün olayıyla doruğuna ulaştı. Manevi yolculuğunun başlangıç noktası, felsefi ilimlerce büyülenmiş olduğu gerçeğini keşfetmesi olmuştur. Ve Said Nursi bunlarla dini ilimlere eşit ağırlık tanımıştı. Sözü edilen bu felsefi bilimler onun ruhunu bulanıklaştırmış ve manevi ilerlemesinin önünde bir engel oluşturmuştu. Felsefenin doğurduğu kötümserlik kainat tarafından boğulmakta olan ruhunda sonuçlanmıştı. Kur'an okurken aniden doğan bir ışık, Allah'tan başka yaratan olmadığı (La ilahe illa hu) fikrinin belirginleşmesine yolaçmış ve bütün bulanıklıkları temizlemişti. Said Nursi'nin akıl yürütücü kişiliğinin Allah'ın birliğinin taşıdığı merkezi önem konusunda ikna olmasında etkili olmuştur. Yeni benimsediği görüşe göre ise, nedenlerle (ağaçlar) birlikte sonuçlar da (meyve) Allah'ın doğrudan müdahalesinin ürünü idi.

Mektepler'e biyoloji, botanik, fizyoloji ve tıp gibi bilimlerin girmesi ve bu bilimlerdeki şüphecilikle beraber, tıp'ta yaşam süreçlerinin fiziksel ya da kimyasal kökenlere sahip oldukları gibi şeylerin anlatılması Üstad'ın bütün dikkatini buraya yönelterek sürekli olarak yazılarında, ilahı olanın yaratıcı gücünün kanıtları olarak, biyoloji ve botanik süreçlerini ele almasına neden olmuştur.

Yaşadığı içsel kargaşa, İstanbul'daki günlük yaşantısından tiksinti duymasına ve Van'a dönmesine yolaçtı. Kendini herkes tarafından terkedilmiş hissediyordu ve yakında yeğeni ve katibi Abdurrahman da vefat edince zaten annesinin ölümüyle yarısının yokolduğunu söylediği özel dünyası şimdi tamamen yokolmuştu.

Üstad savaş sırasında İngiliz politikasına saldıran bir risale yayımladı ve savaştan sonra 1923 Ocağında mecliste, Türk kurtuluş savaşanın Allah'ın inayetiyle kazanıldığını ama buna rağmen Türkiye'yi daha müslüman bir yaşam tarzına kavuşturmak için hiçbir şey yapılmadığını savunan bir bildiri yayınladı. Sonra 31 Mart isyanında ayaklanmayı düzenleyenler arasında gösterilerek tutuklanıp, Antalya'ya gönderildi. 1934 yılında Antalya'dan gönderildiği Barla'dan, Isparta'ya getirildi. Bu sırada Üstad'ın verdiği mesajları yayan kişilerin sayısı hayli artmıştı. Bu artış, hükümeti işkillendirmiş olacak ki Bediüzzaman buradan alınarak asker gözetiminde Eskişehir'e getirilip hapse atıldı. Yaptığı savunmada Üstad Risale-i Nur adı verilen eserlerin okunmasının, kanun ve düzeni yıkmanın değil, tersine desteklemenin aracı olduğunu ileri sürdü. Ve 1936'da serbest bırakıldı ve jandarma nezaretinde 7 yıl kalacağı Kastamonu'ya getirildi.

Said Nursi 1956'da İslamiyet'e sıcak bakan bir hükümet olan Demokrat Parti'yi takipçilerinin desteklemelerini istedi. Böylece Said Nursi'nin yaşamının üçüncü evresi başladı; bu evrede kişisel olarak siyasetten uzak dururken takipçilerini siyasetle ilgilenmeye teşvik etti. Ardından 1957'de Demokrat Parti adayı Tahsin Tola'yı desteklemelerini istedi. Tola daha sonra Risale-i Nurların latin harfleriyle yazılabilmesi için izin aldı.

Üstad'ın Türkiye Cumhuriyeti'nin yasalarını tahribe yönelik herhangi bir faaliyette bulunmadığını ileri sürebiliriz, o sadece İslam'ın yeniden canlanıp toparlanmasına uğraşıyordu. Eserlerinden biri olan Sikke-i Tasdik-i Gaybi'nin bir bölümünde 1920 yılından sonra hayatını adadığı görev için bizzat ilahi biçimde seçildiğine dair teyid edici işaretleri anlatır.

İslam dünyasının ahir zamanda çıkmasını beklediği kişinin (ya da kişilerin) başlıca görevi, imanın pekiştirilmesidir. Bu yeniden canlanış, şekillendirecek olan manevi mesaj, yüzyıllardır oluşum halindedir. Nitekim, Halife Ali, İmamı Rabbani ve Halid-i Bağdad”, hep bu oluşuma katkıda bulunmuşlardır. Bediüzzaman'ın kendisi de bu zincirin bir başka halkası idi. Allah'ın seçtiği kişi ya da kişilerin ikinci görevi, şeriatı bir bütün olarak ortaya çıkarmaktır. Bu görev büyük ölçüde maddi güç ve iktidar gerektiriyordu ki, Nurcu hareket bunlara sahip olduğunu iddia edemezdi. Çünkü Nurcu hareket henüz programının ilk aşaması üzerinde çalışmaya başlamıştı. Said Nursi yapıtı olan Risale-i Nur sayesinde Şiilerin güçlerini Sünnilerle birleştireceğine inanıyordu. Bediüzzaman, daha sonraki ikinci ve üçüncü adımları, belirsiz bir geleceğe bırakıyordu. O, son yazılarında bile fedakarlık ve bağlılık temasını vurgulamayı sürdürdü, bununla ben-merkezciliğe darbe vurmak istiyordu. En çok korktuğu şey çağdaş materyalizmin getirdiğe "ben" duygusunun egemen olması ve toplumun çözülmesidir. Nitekim, İslam milletinin kurtuluşu insanın akrabalar ve mü'minler ağının oluşturduğu ilişkiler ve böyle bir ortamda oluşan ahlak” duyarlılıklar içinde yeralmasındadır.

III. BÖLÜM

19. YÜZYIL SONLARINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU'NDA DİN, İDEOLOJİ VE BİLİNÇ

Said Nursi'nin sosyolojik düşgücüne dair bulguların bir özeti, temel bir noktaya işaret edecektir: Bediüzzaman ilah” bir toplum anlayışına sahip değildir; o toplumu kişilerden oluşmuş saymaktadır. O'na göre bu zamanı nitelendiren üç kavram olarak mülkiyyet, serbestiyyet ve bilimin gelişmesidir. Sosyalizm ve Bolşevizm'in ne kadar büyük bir tehlike olduğunu farkeden Said Nursi, milliyetçiliği modası geçmiş sayarken, İslamiyet'i taze güç olarak görüyordu. Ama O'na göre İslam artık sadece ilan edici değil, bunun yerine ikna edici olmalıdır.

Halkta Yer Etmiş Görüşlerin Harekete Geçirilmesi

Said Nursi hem Kur'an'ı, hem de Anadolu mistisizminden geride kalanları dönüştürücü araçlar olarak kullanarak, aynı anda birkaç alanda etkinlik gösterebilmiştir; halk katındaki dinle temas kurmuş, İslam dininin halk arasında geçerli olan çeşitlemelerini izleyenleri Allah'ın birliğinde odaklanan bir inanç doğrultusuna çekmiş, geleneksel İslam bağnazlığının hantallığını yok etmiş ve doğanın yasalarını kavramaya yönelik bir akım modern Batı Avrupa düşüncesinde görüldüğü gibi başlamıştır.

Mitsel-Şiirsel Bütünleşme

Tarikat geleneğinde eğitim almış olmasına rağmen Said Nursi bu tarikatlara karşı bir tavır içindeydi. Çünkü o, müslümanların gönüllerine iman aşılamanın, ilahi'nin kendini gösteriş biçimine dair spekülasyonlardan çok daha önemli olduğuna inanıyordu. Buna rağmen Kur'an anlayışı ve yorumu, mistik tarzın damgasını taşımaktadır. Bu, özellikle Kur'an'ın mecazlı surelerine duyduğu ilgide ve Kur'an tefsiri ile açığa çıkarılabilecek "sırlar" konusundaki ayrıntılı çalışmalarında görülür. Said Nursi kendi yorumlarını bu mecazlı surelere dayandırmıştır. Kendisine, Kur'an'da, her dönem için geçerli saydığı anlamlar ve emirler bulma imkanı tanıyan da gene bu yaklaşımdır. Kur'an'ın yorumcuya tefsir yapma özgürlüğü tanıyan niteliği, mü'minin gönlünü cezbeden niteliği ile bir ve aynı şeydir.

Üslup ve Sembol

Said Nursi, tasavvufun tarzını kullanarak, örneğin Muhammed Abduh gibi köktenci dincilerin düştüğü tuzağa, başka deyişle "Tasavvufun imkan tanıdığı duygusal çıkış"ı kapatma yanlışına düşmekten kaçınmıştır. Said Nursi'nin kıvraklığının, sarsıcı üslubunun ve gramer kurallarına aykırı cümlelerinin çekici etkisinin kavranılması, devletin finanse ettiği ehl-i sünnet müslüman elit kuruluş olan İlahiyat fakültesinden mezun olanlar için güçtür. Said Nursi'nin ana dili Kürtçe idi ve ancak 20 yaşında Türkçe'yi öğrenebilmişti. İkinci dili ise Arapça idi, bu dil, cümlelerindeki özel bir ahenkte kendisini hissettiriyordu.

İslami Tarz ve Benlik

İsteksizce de olsa Said Nursi bir tarikat oluşturmamaya karar vermişti. Asıl duyarlılığı, izleyicilerine ulaştırdığı mesajın daimi kılınmasıydı. Üstad'ın karizmasını artık Risale-i Nur taşıyacağından, takipçileri ve onların ardından gelenler, üstad üzerine yoğunlaşacakları yerde onun kitabını kılavuz olarak kullanıp kendi yollarını açmak zorundaydılar.

Said Nursi'nin mesajında liderin merkezi rolünün bizzat mesajın kendisine kaydırılmasıyla bir başlangıç yapılmış ve sonra Allah'ın birliğine ve tekliğine kaydırılmıştır. Bu işlemlerle birlikte, doğadan kaynaklanan bitki ve hayvan evrenleriyle şekillenen bir semboller kümesi kullanılmıştır. Böylece dikkatleri biyolojik evren üzerinde yoğunlaştırma yoluna gitmiştir.

IV. BÖLÜM

VELİ VE TAKİPÇİLERİ

Yandaşlarının büyük bir bölümünü kazandığı kırsal kesimlerde, Said Nursi bir veli, yani olağanüstü güçler atfedilen bir kişi sayılırdı. Said Nursi-Hazreti Muhammed (sav) imgesini çağrıştırır bir biçimde ancak 40 yaşından sonra 'murit' olarak sayılabilecek çok sayıda takipçiye kavuştu.

Isparta'ya gönderildikten sonra tanınmış bir din hocası olmasının yanına bir de yaşayan karizmatik bir veli olarak tanınmaya başladı. Kendisi Barla'daki sürgün yıllarından dini anlamda daha katıksız bir meşgale edinip gerçek imana dönüşünün ayrım noktası olarak söz etmektedir. Bunun nedeni zaten önceden de kurtulmak istediği siyaset'ten ancak kurtulabilmesidir.

Vahdet-i Vücud

Bediüzzaman'a göre bu teoriye inananlar bir tehlikeyle karşı karşı yaydılar: Olgusal dünyayı ilahi özün bir yansıması şeklinde değerlendirip tek gerçek olarak bu ikincisini görmeleri. Bu yüzden, böyle bir anlayış, kişinin dünyevi işlerle olan bağlantısını ciddi biçimde tahrip etmektedir.

Üstad kerametle ilgili güçlerini sergilemesini isteyenlere şu eğlendirici hikayeyi anlatırdı: Adamın biri oğlunu bir kuyumcuya götürmüş. Niyeti, oğluna değerli bir mücevher almakmış. Oğlu henüz küçükmüş. Dükkana girdiğinde tavana asılı duran renkli balonları görmüş. Babası ne istediğini sorduğunda, değerli mücevherlerden herhangi birini değil de yukarıdaki balonu istemiş; “ Said Nursi kendisini de kastederek hikayeyi "Ben balon satıcısı değilim" cümlesiyle bitiriyor.

Abdulkadir Badıllı: Badıllı babasının üstadı tanıması ve kendisinin tanışma yönündeki çabalarıyla Üstad'ın talebesi olmuştur. Tanıştıktan sonra bütün malını mülkünü sattı ve Urfa'da yeni başlatılan bir gruba katıldı. Sattığı koyunların gelirini Risalelerin basılması için bir matbaa aldı. Badıllı Üstad'ın gazidirler diye sakladığı daha önceden toplattırılan ve sonra beraat eden dergilerden bir tane almak isteyince Üstad onu kırmayıp ve indirimli fiyattan sattı.

Hulusi Yahyagil: Hulusi Bey sadık bir jandarma yüzbaşısıdır. Arkadaşları ve tanıdıkları da kendi gibi dinle ilgili kimselerdi. Mustafa diye bir arkadaşı, Hulusiye 'Sözler'i verdi ve Huluse çoktandır aradığı cevapları bu eserde bulunca, bir yolunu bulup Üstad'la görüştü ve onunla mektuplaşmaya başladı. Mektuplarında Üstad'dan İslam dini ya da kültürüyle ilgili bazı konularda kendisini aydınlatmasını istiyordu. Bundan sonra Hulusi Nurcu grubun toplantılarına katıldı ve daha önce velinin kişiliğinde aradığı o tarif edilmez niteliği buldu.

Mustafa Sungur: Mustafa Sungur'un ilk teması kendisine Ayet-ül Kübra'dan bir forma verilmesi ve o satırların onu çok etkilemesi ve gerçek imanı sonradan temin ettiği risaleleri okuyup kazanmasıyla olmuştur. Daha anlamakta güçlük çektiği anlamsız zaman yapısına çözümü yine, Risale-i Nur'dan bulmasıyla risaleleri iyice sahiplendi ve daha Nurcular'ın arasında adı büyük bir mevkiye yükseldi.

Abdullah Yeğin: Abdullah Yeğin Üstad'la ortaokul ikinci sınıfta tanışmıştı. Üstad onları kır gezilerine götürüyor, mola verdiklerinde ise Risale-i Nur'dan pasajlar okunuyordu. Said Nursi'nin bu tür genç insanlardan devşirdiği yardımcıları, daha sonra her türlü güçlüğe rağmen yılmadan kendisiyle birlikte olmuşlardır.

Mehmet Emin Birinci: Birinci'nin hareketle ilişkisi köye birilerinin getirdiği Beşinci Şua'nın metnini okumasıyla aramakta olduğu mesajı tam tamına orda bulması olmuştur. Birinci ortaokul üçüncü sınıfta, Nurcu hareket için çok fazla zaman harcadığından sınıfta kaldı. Sonunda bir yıl için okula gitmemeye karar verdi. Sonra o yaşlarda Mustafa Sungur'un ve Üstad'ın duruşmalarına katıldı. Bediüzzaman'la bizzat görüşmek için ne yaptıysa da bunu başaramayınca sonunda Üstad'ın odasını adeta bastı. Sonradan biriktirdiği parçaları da alarak harekete katıldı ve yayın faaliyetleri çerçevesinde çalışmalarını sürdürdü.

Üstad'ın etrafında toplanan insanlara dikkat ettiğinizde dikkati çeken çarpıcı bir nokta özgün biçimde oluşan gruplarda hiç kadın olmamasıydı.

V. BÖLÜM

TABİATIN İŞLEYİŞİ

Bediüzzaman bilime yönelik yerli bir duyguyu çok daha temel düzeyde oluşturmaya koyuldu; bilimi dini semboller arasında bulmaya girişti. Muhtemelen Said Nursi yaptığı işin bu yönünün farkında değilse de, bu modern bilimin kökenlerini kısmen borçlu olduğu bir süreçti. Rönesans Avrupası'nın ilk dönemlerinde mistisizmin sembolik kaynakları, laik bilimsel düşünceye doğru bir sıçrama tahtası olarak işlev görmüştü ve Said Nursi de aynı yolu izliyordu. Said Nursi, İslamiyet'e yeni birçok vurgu getirdiğinin farkındaydı.

Said Nursi tasavvufa, müslümanları, Kur'an'da kendileri için belirlenen özel görevlerden alıkoyduğu için karşı çıkmıştı. O'na göre bir müslümanın hayatında en önemli unsur imandı. Ancak bu iman Kur'an'ın emirleri doğrultusunda belirlenen faal bir iman olmalıydı.

Bediüzzaman'ın, bir yandan gelenekçi konumunu korurken onunla aynı sırada gerçekleştirmesi gereken felsefi sıçramanın stratejik anlamdaki odak noktasını, Allah'ın tabiattaki etkinliği anlayışı oluşturuyordu.

Said Nursi'nin görüşüne göre, bizim tabiatın düzenliliği olarak gördüğümüzü, İsm-i Hakem ve İsm-i Hakim, İsm-i Adil ve Adı birlikte belirlerler. Böyle bir sıçrama tahtası araştırıcıyı tabiatın düzeninden ziyade, yaradılışın sırrına dair yeni bilgiler edinmek amacıyla, Allah'ın adları ve ona atfedilenlerin esrarı üzerinde yoğunlaşacaktır.

 

- - -

   UNONIC - United Names Organisation. smartdots. smart dots for a smart net.